RSS

29.06.2009

Duyu Müzesi 2

„Marie genç ve çok güzel bir kadındır. Çok zengin bir ailenin biricik kızıdır ve biraz rahatsızlanınca, babası onu dinlenmesi, yeniden sağlığına kavuşması için, o zamanlar büyük bir sağlık merkezi, içmeleri, kürleriyle ünlü olan Wiesbaden´e gönderir.


Marie Wiesbaden´de bir sanatoryumda kürlerine devam ederek yakın zamanda sağlığına kavuşur. Wiesbaden ve çevresine yaptığı gezilerde, bir gün Ingiliz sanatçı James´le tanışır. Marie ve James birbirlerine sırılsıklam aşık olurlar.


Marie sevgilisi ve kendisi için bir Konak yaptırmaya karar verir ve 1900 yılının yazında Konağın inşaatına başlanır. Konağın tasarımını oraların en ünlü mimarına yaptırırlar. Sanattan anlayan Marie ve zaten sanatçı olan James de Konağın tasarımına katkıda bulunurlar.


Neyse inşaat ilerleye dursun, bu çifte kumrular aşklarının tadını çıkarmaya devam ederler. Inşaatın sürdüğü 3,5 yıl içerisinde, zaten biraz uçarı olan Jamesin aşkı soğumuş, bu ilişki onun için heyecanını kaybetmiştir. 1904 te Konağın inşaatı bitmiştir ama artık Marie yalnız bir kadındır. James kendine çoktan yeni heyecanlar aramak için onu terk etmiştir.


Marie çok güzel ve çok zengindir, o günde bu günlerde olduğu gibi, böyle genç, güzel bir kadın, hele birde çok zenginse uzun zaman yalnız kalmaz. Istekliler, gönüllüler, kısacası Damat adayları, yakın bir zaman sonra Marie´nin kapısını aşındırmaya başlarlar. Ama Marie artık erkeklere güvenme konusunda, ağzı yanmış bir kadındır. Bu adayların içinden hangisinin sadece kendisine aşık, hangisinin parasına aşık olduğunu bulmak için bir yarış düzenler.


Konağın büyük bahcesine üçgen şeklinde kalaslar diktirir, bu kalasların birleştiği noktadan aşağıya sağlam bir urgana geçirilmiş, 600 kiloluk bir kaya astırır. Kaya yerden yarım metre kadar yukarıdadır. Merkezi tam kayanın altında olmak şartıyla, kayanın altına parke taşlarından bir çember ördürür.


Bütün adaylardan, en iyilerini seçerek onları bu kayanın etrafına toplar ve onlara şu ödevi verir: Kim bu kayayı dokunmadan harekete geçirir ve çemberin dışına çıkarmayı başarırsa, onunla evleneceğini söyler. Adaylar şaşkın, şaşkın, „Kayaya dokunmadan bu nasıl yapılabilir ki!“, diye soran gözlerle birbilerine bakar kalırlar. Ama Marie daha sözünü bitirmemiştir, Marie onlara yardım olarak sadece uzun ve siyah saçlarının tek bir telini verebileceğini söyler. Sonrada hepsine başından bir saç koparıp, verir.“


Marie aradığı erkeği bulmuşmudur, bu ne yazık ki kayıtlara geçmemiş. Ama bu asılı taş, aradan onca zaman geçmesine karşın, hâlâ Wiesbaden´de, Marie´nin kendisi ve sevgilisi James için yaptırdığı Konağın bahcesinde asılı duruyor.


Marie şöyle düşünmektedir, eğer bir erkek, bir tek saç teliyle bu kayayı çemberin dışına çıkarmayı başarırsa, o erkekte aradığı bütün meziyetler vardır. Aradığı meziyetlere gelince bunlar, Emek, Sabır, Özveri, Sabrüsebat, Tahammül, Kararlılık, Yorulmazlık, Hassasiyet, Duyarlılık ve Yumuşaklıktır.


Marie bilir ki bütün bunlar olmazsa, bir tek saç teliyle bu işi başarmak imkânsızdır. Bir evliliği ve ya bir birlikteliği devam ettirmek için, kadında ve erkekte bütün bu meziyetlerin bulunması gerekmektedir, çünkü bir birliktelikte bunlar olmazsa, bu birliktelik yürü(ye)mez.


Bu 1900 lerin başında da böyleydi, şimdide aynı! Bütün bunlar olmazsa, hiçbir birliktelik uzun soluklu olmaz / olamaz!!


Bu Konak, şimdilerde „Duyu Müzesi ve ya Duyu Evi“ adı altında, yılda binlerce çocuğa ve yetişkine hizmet veren Schloss Freudenberg´dir.



Resim 1: buradan

Resim 2: buradan

Duyular Müzesi "Schloss Freudenberg"

Cumartesi günü küçük cadının sınıfıyla beraber geziye gittik.
Gittiğimiz yer Wiesbaden de eski bir Konaktı, şimdilerde ise „Duyuların evi ve ya Duyular Müzesi“ olarak kullanılıyor.
Duyular Müzesi ne mi, izleyin görün, eğer ben anlatmaya kalkarsam, sayfalar yetmez:)
Lütfen, kendinize soğuk ve ya sıcak bir içecek alın ve izleyin, katiyyen pişman olmayacaksınız!!
Aranızda eğer Almanyada, Wiesbaden yakınlarında yaşayan çocuklu Aileler varsa, mutlaka boş bir gününüzde gidin, görüm derim. Orası çocuklar için bir cennet, hele hele normal günlerinde robotlaşmış bir şekilde yaşayan şehir çocukları için.

Video koymayı bilmedigim için, Linklerini vermekle yetiniyorum!!




Gitmek isteyenler için iletişim Adresi:
Gesellschaft Natur & Kunstgemeinnütziger e.V.
Schloss Freudenberg
65201 Wiesbaden

Telefon 06 11 - 41 101 41
Fax 06 11 - 9 41 07 26
E-mail:
erfahrungsfeld@schlossfreudenberg.de

Resim:
buradan

26.06.2009

Bebekli Anneler !!! DIKKAT!!!

Bir dergiden edindiğim Bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.

Bal bebeklere neden zararlıdır?

Annelerimiz, ninelerimiz bilmiyordu, onlar sağlıklı diye, balı sütümüze, çayımıza koyuyorlardı.
Ya da emziren kadınların göğüs uçları yara olduğunda, çabuk iyileşsin diye, bal sürerlerdi. Bir başka alışkanlığımız ise, çocuk memeyi, emziği daha kolay alsın diye, emziğe, memeye bal sürmemiz mesela.

Bal 1 yaşın altındaki bebekler için çok tehlikeli!! Bir yaşını bitirmemiş bebeklere lütfen, lütfen bal vermeyelim.

Balın bebekler için tehlikeli olması, içinde az miktarda olsa Clostridyum Botulinum bakterisi içermesinden geliyor. Bu Bakteri, gelişmis bağırsakları olan büyük çocuklar ve yetişkinler için tehlikeli değildir, çünkü onların bağırsağı bu Bakterileri öldürerek zararsız hale getirmektedir.

Bir yaşını bitirmemiş bebeklerin, bağırsakları daha tam gelişmemiş olduğundan, bu bakterileri öldüremediği için, bakteriler bağırsakta çoğalıp, önce bağırsakları, sonrada diğer organları felç edebiliyor. Bu durumda, çoğu zaman Bebeklerin ölümüne yol açıyor!!

Bu bakterinin diğer bilinen adıysa: Estetikte kullanılan, kırışıklıklardan kurtulmak için enjekte edilerek kullanılan ve son zamanlarda çok popüler olan „BOTOX“ dur!!

Anneler, lütfen çok dikkatli olalım!!

Çocuklarımıza iyilik edelim derken, onların hayatını tehlikeye atmayalım!!


Bu yazıyı okuyan ve bu konuda bilgisi olan Doktor arkadaşlarımız varsa, lütfen bizi daha iyi, daha detaylı bilgilendirmelerini kendilerinden rica etmek istiyorum. Çocuklarımızın sağlığından önemli bir şey yoktur!!

Detaylı Bilgileri şu adresten alabilirsiniz:

http://assale.net/ari-urunleri/bal-bebekler-icin-zararli-mi


Resim: Pixelio

25.06.2009

O













Ben ben değilim bu sabah,
Ruhum bedenimden ayrıldı,
Bedenim yürümeye devam etti.
Ruhumsa…
Gelinciğin kırmızısında,
Papatyanın beyazında,
Lavantanın morunda,
Kuşların cıvıltısında,
Yaprağın üzerindeki uğur böceğinde,
Güneşin yeni doğan ışıklarında,
Ihlamur ağaçlarının kokusunda,
Akan Nehrin suyunda,
Esen Rüzgârda,

Gökyüzünün mavisinde,
Burnumda,

Tenimde,
Ciğerlerimde,
Gözlerimde,
O´nu

Kokladı,
Hissetti,
Soludu,
Gördü!!
Dilimse..

binlerce kez ŞÜKRETTi…

Gününüz GÜZEL,
Ruhunuz HUZURLU,
Bedeniniz SAĞLIKLI olsun!
Gönlünüz SEVGI ve NEŞE dolsun:)



Resim: Pixelio

24.06.2009

Bisküvi

Dün sabah Doktora gittim, bekleme odasında, sıramın gelmesini beklerken, yan tarafta bulunan Resepsiyondaki kızların konuşmasına istemeden kulak misafiri oldum/olduk.

Olay şu: Burada çalışan kızlardan biri kendine bir paket Bisküvi almış ve kendilerinin yemek arasında kullandıkları mutfağa, masanın üzerine koymuş. Diğer arkadaşıda, kahve içmeye gittiğinde bu paketi açıp, içindeki Bisküvilerden yemiş.

Arkadaşı, hata yaptığını, paketi kendisinin açtığını itiraf edip, özür diledi. Ama diğeri, ben orada beklediğim sürece dır dır, vır vır etti durdu. Bir de orada çalışan başka ne kadar arkadaşı varsa anlattı. Ben ve diğer bekleyen hastalar da ister, istemez dinlemek zorunda kaldık.

Bence bu böyle olmamalıydı, arkadaşına bir şey söyliyecekse, onunla tartışacaksa, onları kimsenin duymayacağı bir odaya gidip, orada konuşmalıydı. Hele hele böyle bir konuşma, bir iş yerinde yapılması gerekliyse, müşterilerin ve ya ziyaretçilerin bu gibi tartışmaları duymaması bence çok önemli.

Ama bu kız birde öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, duymamak imkansızdı. Gidip bisküvinin parasını verip, yeterki çenesini tutmasını söylememek için kendimi zor tuttum.

Tamam bu arkadaş bir hata yapmış ve o paketi açmış, ama hatasını zaten kabul etti ve özür diledi. Diğerinin bunu bu kadar uzatması gereksiz ve onur kırıcıydı, hele hele orada sırasını bekleyen insanların duyacağı bir şekilde olması, çok canımı sıktı.

Birine bir hatasını ve ya bizce yanlış olan bir davranışından ötürü, bir şey söylememiz gerekiyorsa eğer, bunu onu başkalarının yanında küçük düşürmeden ve onurunu kırmadan yapmalıyız.


Resim:
Pixelio

22.06.2009

Kuzularla hafta sonu

Cuma akşamı ortanca cadım geldi. Kuzumu iki haftadır görememiştim, özlemişim. Malum sömestir tatili yaklaştığı için, sınavlara hazırlık var, kuzumun ders çalışması lazım.

Bir güzel oturup, kahve içip, sohbet ettik. Görüşemediğimiz iki haftanın içinde neler yaptığını, okulundan, arkadaşlarından anlattı. Onunla sohbet etmeyi ne kadar özlemişim. Bizim küçük kuzuda çok özlemiş ablasını, nereye gitti, nereye oturduysa, kuyruğundan ayrılmadı ablasının. Koltuğa uzanan ablasının üstünden inmedi:)
Sonra da beraberce yattılar, küçük cadı uykusunda yatağa yayılıp, yorganıda sahiplenince, ablamız ne kadar rahatsız olsa da, uykusuz da kalsa ayrılmamış kardeşinden:)

Cumartesi hep beraber güzel ve neşeli bir kahvaltı ettik. Babamız ne kadar özlediğini dile getirmese de, çocuklarıyla kahvaltı etmenin mutluluğu gözlerinden okunuyordu.

Akşama kuzularla birlikte börek yaptık, nefis börekleri çayla birlikte mideye indirdikten sonra, mısır patlatıp TV´de önce
Film, sonra Boks seyrettik:)

Pazar sabahı kahvaltıdan sonra, dışarıda hava yağmurlu ve soğuk olduğundan, bizde oturup
şu Filmi izledik. Amanin biz ne duygusal bir insanlarmışız böyle, filmin başından, sonuna kadar ağladık..

Babamızın işe gitme saati gelince, ortanca cadımdan ayrılma vakti gelmişti. Babası işe giderken onu da evine bıraktı, bende küçük cadımla yalnız kaldım.

Ortanca cadım benim en iyi dostum, onunla anlaşmak için konuşmamıza bile gerek yok, biz birbirimizi konuşmadan anlarız. Çoğu zaman o düşünür, ben söylerim, ya da ben düşünürüm, o söyler. Mizah anlayışımızda aynı olduğu için, sohbetlerimiz bol kahkahalı geçer.

Küçük kuzum ne kadar da: „Ablam annenin kuzusu, ben de, babamın kuzusuyum!“ dese de, ben cadılarımın ikisinide çok seviyorum.

19.06.2009

Sabah sabah

Sabah işe gitmeden önce mutfaktaki balkon kapısını açınca dışarıdan boğuk boğuk sesler geldiğini fark ettim. Bu boğulmak üzere olan bir insanın çıkaracağı sese benziyordu, ev sahibimiz astım hastası olduğu için bir an o aklıma geldi, ama saat daha altı bile olmamıştı, kadıncağızın sabahın altısında, bahçede ne işi olabilirdi ki.

Yine de ne olur, ne olmaz diye koşarak Balkona çıktım, Allahım birde ne göreyim, bunlar bizim buralarda çokca bulunmasına rağmen, benim onların böyle sesler çıkardıklarını hiç duymadığım Güvercinlermiş meğer.

Benim de bahçede birisi boğuluyor diye ödüm patlamıştı, onların ise keyfi yerinde, birbirlerine kur yapıyorlarmış:)

Sonra onlara kızmakla, kendime gülmek arasında şaştım kaldım, ama ben kendime gülmeyi tercih ettim:) Bahçede boğulan ve kurtarılmayı bekleyen biri olmadığı için Rabbime şükrettim.

Düşündüm ki, aslında sorunsuz aldığımız her nefes için Rabbime ne kadar şükretsek azdır.

Bir defa daha şükredecek ne kadar çok şeyimizin olduğunu, bu sabah birbirine kur yapan bu şaşkın aşıkların sayesinde hatırlamış oldum.

Günleriniz güzel olsun, yüzünüz hep gülsün:)


Resim: Pixelio

17.06.2009

MiM


Gülen cadısı tarafından mimlenmişim, eh ne yapalım, başa gelen çekilirmiş:)


Biz de cevaplayalım bakalım:PP


Soru 1- Kullandığınız parfümün markası


Boss-Woman, Clinique-Happy (ruh halime göre:)

Soru 2- Kullandığınız kremin markası?

Oil of Olaz, Dove

Soru 3- Şu an okuduğunuz kitabın adı?


Harry Potter 4 (başka Kitaplardan sıkıldım mı, soluğu Harry Potter Kitaplarında alıyorum!),


Masumiyet Müzesi (yarım kaldı, zamanının gelmesini bekliyor),


Çekim Yasası (yavaş, yavaş okunuyor ki, öğrendiklerimi bünyem sindirebilsin:)

Soru 4- En son aldığınız 3 ürünün adı nedir?


En son Cumartesi günü küçük cadıya iki çift, kendime bir çift ayakkabı aldım

Soru 5- En çok sevdiğiniz 3 dizi film?


Privat Practise, Desperate Housvives ve Monk ama şu sıralar hiç bir diziye bakasım yok:P



Bu mimi yazmak isteyen herkese pasladım:)



Resim: Pixelio

15.06.2009

Dondurma, Kirazlar ve Açık hava Tiyatrosu

Cumartesi günümüz her Cumartesi olduğu gibi koşturmakla geçti. Sabah Pazar alışverişi, öğlen bizim küçüğün kursu, sonra yine alışveriş derken neredeyse akşamı ettik. Neyseki dostlarımız bizi yemeğe davet ettiği için, yemek pişirmekten yırttım:)

Arkadaşlarımıza vardığımızda Allahtan sofra hazırdı, yoksa benimkiler açlıktan öleceklerdi, garibanlar zaten bir iğne, bir iplikler:)

Arkadaşım, hava güzel olduğundan sofrayı binbir çiçekle ve çeşitli meyve ağaçlarıyla bezenmiş güzel bahçesinde hazırlamıştı. En göz alan ağaçlar, üzeri kıpkırmızı meyvelerle dolu olan, kiraz ve vişne ağaçlarıydı.

Yemekten sonra bizimkiler, baba-kız hemen masanın yanındaki kiraz ağacını talan etmeye durdular:) Yeterince kiraz yiyen küçük cadı, arkadaşımın bahçenin biraz ilerisinde kurulu olan kocaman Trampolininde hoplayıp, zıplayarak yediği kirazları eritmeye çalıştı. Bizlerde koyu bir sohbete daldık. Küçük cadım, midesinde yeterince yer açtıktan sonra, teyzesine sırnaşmaya başlayınca, ne istediği anlaşıldı. Teyzesi ona her geldiğinde özel tatlılar hazırlar, o da bu gün tatlı olarak ne var diye merak etmişti.

Teyzesi kızımı hayal kırıklığına uğratmadı, tatlı olarak kendi bahçesinden toplayıp yaptığı, sıcak Frambuaz soslu vanilyalı dondurma vardı.

Sohbet tatlı olunca, insan saatlerin nasıl geçiğini anlamıyor, işte bize de öyle oldu. Saate baktığımda, saat gece onbiri çoktan geçmişti, bizler de vedalaşıp, evin yolunu tuttuk.Eve giderken arabada küçük cadım ve ben, CD eşliğinde babamıza güzel bir konser verdik:)

Pazar günü de kahvaltıdan sonra, işlerimizi bitirip, küçük cadıyı açık hava Tiyatrosuna götürmek için yola düştük. Tiyatro kocaman ve çok güzel bir Parkın içindeydi. Küçük bir ayıyla, küçük bir Kaplanın dostluklarını ve Panamaya gitmek için çıktıkları yolculuğu ve yolda karşılaştıkları diğer hayvanlarla kurdukları dostluklar anlatıyordu.

Bu iki dostun yine dönüp dolaşıp, kende evlerine gelmelerini konu alan Tiyatrodan sonra küçük cadımı, oyun Parkına götürdük. Orada iyice oyuna doyduktan sonra, acıktığı aklına geldi, biz de soluğu babaannemizde aldık. Babaannemiz de karnımızı doyurup, biraz oturduktan sonra, evimize geldik.

Evde, sabahleyin ev sahibimizin bahçeden toplayıp, bize verdiği, yıkayıp, süzülmeye bıraktığım bir leğen dolusu kırmızı, beyaz ve siyah Frenk üzümleri bizi bekliyordu. Onların ilk önce sularını çıkartıp süzdükten sonra biraz şekerle kaynatarak şurup yaptım. Sıcak sıcak kavanozlara doldurup, soğumaya bıraktım. Yazın buzlu suyla karıştırıldığında nefis bir içecek oluyor. Kışında muhallebilere, puddinglere sos olarak eşlik edecek:)

Ìşte bir hafta sonunu da böylece yorgun ama mutlu olarak bitirmiş olduk:)

Herkese bol Frambuazlı, Frenküzümlü, Kirazli ve Dondurmalı güzel günler diliyorum. Tadını çıkarın hayatın ve bu güzel yiyeceklerin:)

Resim: Pixelio

12.06.2009

Yalan

80 lı yılların ortalarındayız, Ìnge çok zengin bir ailenin tek gelini. Ìlk çocuğuna hamile ve çok heyecanlı. Eşi Jörgle birbirlerini çok seviyorlar. Eşi de en az kendisi kadar heyecanla bekliyor bebeklerini.

Ve beklenen gün geldi çattı, Ìnge büyük bir korku ama bir o kadarda heyecanla girdi doğuma, saatler süren sancılardan sonra çocuk doğdu. Çocuk doğmasına doğmuştu ama doğumhaneyi birden normal olmayan bir sessizlik sarmıştı. Deminden beri güler yüzle ve heyecanla kendisine yardım eden Doktorların, hemşirelerin yüzünden gülümsemeler kaybolmuştu. Bu arada Ìnge korkmuş ve hemen çocuğunu görmek istediğini söylemişti. Doktorun kundağa sarılı çocuğu ona verirken yüzünde beliren acıma ifadesine bir anlam verememişti.

Ìnge kucağına verilen bebeği görünce, başı dönmeye başladı ve gözleri sanki yuvalarından çıkacakmış gibi oldu. Kendini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı, bu arada Doktorların haber verdiği eşi yanına gelmiş, yüzünde acı, öfkeli ve onu suçlayan bir ifadeyle, ona ve kucağındaki bebeğe bakmaktaydı. Ìnge yalvaran gözlerle kocasına bakmış ve yardım ister gibi ellerini ona uzatmıştı. Ama kocası başını çevirip, hızlı adımlarla terketmişti odayı.

Daha sonraki günleri Inge bir uyur gezer gibi geçirmişti. Annesinin onu hastaneden alışını, evine getirişini, kocasının avukatından gelen mektubu, bir kaç ay sonra boşanmalarını hâyâl meyal hatırlıyordu. Akşam olup oğlu uyuduktan sonra, başını yastığa koyduğunda bu olan bitenleri anlamakta halen zorlanıyordu.

Nasıl olmuştu bütün bunlar, kocasını aldatmadığı ve ondan başka kimseyle ilişkisi olmadığı halde oğlu nasıl böyle siyah doğmuştu, anlamıyordu. Kocasının onu kendisini aldattığını yüzüne haykırdığı an da hissettiği çaresizlik, hâlâ dizlerinin bağını çözmeye yetiyordu. Kocasına ve onun babasına defalarca eşini aldatmadığını söylemesine rağmen ona inanmamışlardı. Kayınvalidesi sesini çıkarmamış ama gelinine acıyan gözlerle bakmıştı sadece. Ama ne yaptıysa inandıramamıştı onlara, masum olduğunu ve çaresiz boşanmayı kabul etmişti.

Ìnge çocuğunu çok seviyordu, onun bütün bu olanlarda en ufak bir suçu yoktu ki. Ìnge geçen günlerde oğluna ve hayata bütün gücüyle sarıldı. Oğlunu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yaptı.

Oğlu artık dört yaşındaydı, Ìnge işe gittiğinde oğluna annesi bakıyordu. Annesine çok şey borçluydu Ìnge, annesi ona inanan tek insandı. Komşuları ve eski arkadaşları onunla ilişkilerini kesmişlerdi. Ìnge hakkında yalan yanlış bir çok dedikodunun dolaştığını biliyordu.

Günlerden bir gün işten eve geldiğinde, kapıyı açan annesi, ona salonda bir misafiri olduğu haberini verdi. Içeri girdiğinde eski kocasıyla karşılaşan Ìnge birden düşeceğini zannetti ama hemen kendini toplamayı başardı. Eski kocası onu görünce ayağa kalkmış ve elini uzatmıştı. Ìnge uzatılan eli sıktı ve yavaşça koltuğa oturdu. Kısa bir sessizlikten sonra, kocası annesinin ölmek üzere olduğunu ve kendisini görmek istediğini söyledi. Ìnge buna bunca yıl sonra bir anlam veremesede, kayınvalidesinin son isteğini yerine getirmeye hazır olduğunu söyledi.

Eski kocasının arabasına binip, hastaneye geldiklerinde geç kalmış olmaktan korkan hızlı adımlarla hastanın yanına koştular. Ìnge kayınvalidesini görünce onun zamanının bitmek üzeri olduğunu anladı.

Onu gören kayınvalidesi, ona ellerini uzattı ve elini tutan Ìngeyi kendine doğru çekti. Kayınvalidesi ondan af diliyordu, Ìnge kayınvalidesi çok kısık bir sesle konuştuğundan, yanlış duyduğunu sandı. Kayınvalidesi Ìngenin yüzündeki şaşkınlığı görünce, bütün gücünü toplayıp ondan yeniden af diledi ve başladı anlatmaya.

Eskiden kocasının durmadan işleriyle meşgul olduğunu ve kendisini ihmal ettiğini, kendisininde yalnız geçen bu günlerden birinde zenci bir Amerikan askeriyle tanıştığını ve ona aşık olduğunu anlattı. Sonra sevgilisinden hamile kaldığını ve boşanmaya cesaret edemediğinden Kaderine teslim olduğunu ve kaderinin yaver gittiğini, doğan oğlunun beyaz olduğunu görünce hem sevindiğini, hem de vicdan azabı duyduğunu anlattı. Bütün bunları dinleyen Ìnge ve Jörgün gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kayınvalidesi son gücünü kullanarak Inge`nin ve oğlunun ellerini birbirine tutusturup, ikisinden de af diledi ve son nefesini verdi.

Ìnge ve Jörg şaşkın bir halde cansız yatan kadına baktılar. Jörg bakışlarını Ìnge`ye çevirip ona yalvaran gözlerle baktı ve ondan özür diledi. Ìnge aradan onca zaman geçtiği halde, onu sevdiğini biliyordu. Bu olanlarda o da en az kendisi kadar aldatılmiştı. Ìnge daha fazla dayanamayıp daha hâlâ çok sevdiği adama sarıldı ve onu affettiğini söyledi.

Bazen söylenmeyen YALANLAR bile ne acılara sebep olabiliyor.

Bu hikaye gerçek ve yaşanmış bir olaydır. Ben yıllar önce okuduğum bu hikayeyi Öykü Atölyesi´nin, Kelime Oyunlarının yeni kelimesinin „Yalan“ olduğunu görünce yeniden hatırladım ve bu hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim.

Resim: Pixelio

10.06.2009

Bu sıralar..

Hiç okuyasım, yazasım yok bu sıralar
Hava bulanık, ben bulanık
Hayat altüst, ben altüst
Şu kuş gibi hayata tepeden bakasım var
Bekleyelim bakalım….

Resim: Murat Kaya

4.06.2009

Küçük kız

Sabah işe giderken yaya lambasında beklerken, 3-4 yaşlarında küçük bir kız çocuğu dikkatimi çekti, belli ki babasıyla birlikte kreşe gidiyordu. Minicik eteği, bukle bukle saçları, sırt çantasıyla çok şeker bir çocuktu.

Babasıyla hararetli hararetli bir şeyler konuşuyordu, sonra kulak verdim ki, babası yolu biraz daha ilerden, yaya lambasının olmadığı bir yerden geçmek istiyordu, bu tatlı kızsa, yaya lambasının önüne dikilmiş, koskoca babasına, oradan geçilmenin tehlikeli olduğunu, oradan geçmiyeceğini söyledi. Ve yaya lambasının önünden bir milim kıpırdamadı, lamba yeşil yanınca, babasının elinden tutup karşıya geçtiler.

Bir damla başıyla, gösterdiği kararlılığa ve doğru bildiğinden şaşmayan dirayetine hayran kaldım. Babayıda kınadım:(

Biz büyükler neden böyle yapıyoruz, çocuklar doğruyu bildikleri halde, onlara neden kendi yanlışlarımızı aşılamaya çalışıyoruz? Yetişkin olduğumuz için hep haklımıyız, hep biz mi doğruyuz?

Doğruları bazen küçücük bir kızdan bile öğrenmek mümkün, tabii gözünü açıp görebilene, öğrenmek isteyene!!


Resim: Pixelio

2.06.2009

Çilekler:)

Dün küçük cadı, eşim, görümcem ve ben çilek tarlasına, çilek toplamaya gittik. Buralarda çiftçiler bir tarla dolusu çilek ekiyorlar ve isteyen kendi kabını görütüp istediği kadar çilek toplayabiliyor.

Tabii ki ücretini ödemek şartıyla:) Dün biz de sepetimizi alarak, gittik çilek toplamaya, sepetimizin yanında midemizide doldurduk tabii ki, nefis çileklerle.

Tarladan çıktığımızda biz 2,3 kg, görümcem 3,5 kilo çilek toplamıştık, midemizdekiler hariç, bir ara bizide tartarlarmı acaba diye içimden geçmedi değil, ama orada yemek serbest:)

Halimizi gören çilek banyosu yaptığımızı düşünebilirdi, hele bizim küçüğün eli, yüzü her tarafı kırmızıydı:) Eve gidip, çilekleri bir güzel yıkadım, birazını yoğurdun içine doğradım, iki ergin muzla birlikte, birazcık bal, birazda tarçınla harika bir yemek sonrası tatlısı oldu bize. Gerisinide buzluğuğa koydum, kışın muhallebilerin üzerine sos olacaklar:)
Ama dün o kadar çok çilek yemişim ki, akşam karın ağrısından öldüm:) Demek ki oburluğun sonu mide sancısıymış:)

Bu günkü halimi sorarsanız, karnım iyi de, bacaklarımda, olduklarından bile haberim olmayan kaslarım ağrıyor, yürüyüşümse, sünnetli çocuklarınkine benziyor:)

Resim: Pixelio